Said Nursi’nin hikâyesi iki çağın kalbinde yaşamış ve yıkılışların yanında kuruluşlara da şahit olmuş onca ihanete, zulme, işkenceye rağmen asla yıkılmamış, boyun eğmemiş bir ümit süvarisinin hikâyesidir. Ve bu hikâye bu ideallerle geleceğe yürümek isteyenlerce satır satır okunmalı ki ümidin en umutsuz zamanlarda bile insanı nasıl başı dik, ruhu yüce bir hale getirdiği akıldan çıkarılmasın.
Bu hikâyenin kahramanından geride kalan talebelerine, devletin kendisini 28 yıl gözaltı ve hapiste tutup bir sürgünden diğerine yollamasına ve sayısız kere mahkemeye çıkartılmasına sebep olan 6 bin küsur sayfalık ‘Risale-i Nur Külliyatı’ adlı kitabı kalır. Bu hikâye önemlidir ve önemsenmelidir. Çünkü dün olduğu gibi bugün de dünyaya perestiş edip milletin malını bir haramzade fütursuzluğuyla yemeye çalışanlara inat milletin sadece imanıyla ilgilenen bir kahramanın hikâyesidir. Bütün ömrünü insanlara bildiklerini aktarma çabasıyla geçiren ve bu uğurda akıl hastanesine bile sevk edilen, çok defalar doğru bildiklerini söyleme adına hayatını ortaya koymaktan çekinmeyen bir düşünürün hikâyesidir. Dünya zevki namına bir şey tatmayan bu kahraman yılmayan bir mücadele ve mücahede adamıdır. Öyle ki ilmi çalışmalarına ve mücadelesine engel olmaması için hayatı boyunca hiç evlenmez. Hayatı hapis, sürgün, mecburi ikametlerle doludur. Dünyanın zinet ve süsünü geri planda bırakan Bediüzzaman, hep başı dik durmuştur.
Okuduğunu Ezberlerdi
Bu hikâye, 1876 yılı baharında serin bir seher vakti Bitlis’e bağlı Nurs köyünün kıbleye bakan yamacındaki toprak damlı, kerpiç duvarlı evlerinde başlar.
Babası Mirza Efendi, ona Muhammed Said ismini verir. Said’in babasının ismi Mirza, annesi ise Nuriye Hanım’dır. Mirza Efendi’nin altı çocuğundan birisi olan Said’in çocukluk yılları, Nurs’ta anne ve babasının yanında geçer. Her şeyin nedenini, niçinini araştıran Küçük Said anne, babasına sürekli sorular sorar. 9 yaşında Tağ köyündeki Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gider. Buradan köyüne geri gelir ve haftada bir eve gelen biraderi Molla Abdullah’tan ders alır. Ağabeyi, Molla Abdullah’tan aldığı haftalık dersi kâfi görmeyen zeki Said, bir yıl kadar sonra Seyyid Nur Mehmed’den ders alır. Daha sonra Hizan’a gider, orada değişik medreselerde kalır, ne var ki fazla dayanamaz ve köye geri gelir. Babasından izin alarak Arvas nahiyesine gider. Orada Mir Has Veli Medresesi’nde ders görmeye başlar. Daha sonra Doğubayazıt’a kadar bütün medreseleri dolaşır. Şeyh Muhammed Celali’den üç ay ders görür ve hocasından tüm konuların özetlerini öğrenir. İşte Said Nursi’nin hayatı boyunca aldığı tek ders bu üç aylık eğitimden ibarettir.
Bundan sonra eğitimine kendi çabaları ile devam eder. Çoklarının hocalarının yanında yıllarca kaldıkları halde anlayamadıkları konuları Allah vergisi zekâsıyla kendi kendine öğrenen Küçük Said eline geçirdiği kitapların açıklama kısımlarını bırakıp bütün kitapların yalnız metin kısımlarını okumakla yetinir. Cem’ul-Cevami, Şerh’ul- Mevakıf gibi zor kitapları kendi kendine okuyarak tek okumada anlayabilmektedir. Bu sıralarda henüz 13-14 yaşlarındadır. Bu yaşlarında ömrünün geri kalanı boyunca kimseye bir soru sormamak için karar alır. Kimseye soru sormayacak, kendine sorulan bütün suallere cevap verecektir. Ağabeyi Molla Abdullah onu imtihan eder. Bilgi ve derin vukufiyetini görünce ona talebe olur ve kardeşinden gizlice ders alır. Said’in ünü yavaş yavaş etrafa yayılmaya başlar. Siirt’te ilmi ve fazileti ile meşhur Fethullah Efendi’yi ziyaret eder ve Fethullah Efendi onu imtihana tabi tutar. Hangi kitaptan bahsettiyse onu bitirdim, der. Molla Fethullah: “Zekân iyi, acaba hıfzın nasıl?” diye bir soru yöneltir. Sonra “Makamat-ı Hariri’den, birkaç satırı iki defa okumakla hıfz edebilir misin?” diye kitabı kendisine verir. Kitabı eline alır, bir defa okur, ikinci okuyuşunu da ezberden yapar.
Dünya Hayatı
Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve farzlarla ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Bediüzzaman Fotoğrafik Hâfızaya Sahipti
Alabildiğine zeki, akranlarının üç beş bakışta anladığı ve üç beş gün sonra unuttuğu bir dersi bir bakışta anlayan ve bir daha asla unutmayan muhteşem bir zekâya sahip birisiyle sıradan birisinin alacağı eğitim arasında fark olduğunu günümüz bilim adamları da söylüyor.
Bediüzzaman işte böyle bir zekâya sahiptir. Günümüz bilimsel ifadesiyle fotoğrafik bir zekâya sahip olan Bediüzzaman bir baktığı sayfayı adeta olduğu gibi hafızasına alarak gerektiğinde oradan istifade etmiştir.
İlim Allah’ın malı. Peygamberler ve onlara varis olanların geride bırakacağı miras ilimdir. Onlar sahip oldukları ilmin gösterdiği yolda her şeyi göze alarak yürürler. Harama nazar nisyan getirir. Bunu bilen Allah dostları haramın her türlüsünden azından çoğundan, gecesinden gündüzünde vs. kaçınmışlardır. İnsan zihni bir harddisk gibidir. O harddiskin bütün potansiyellerini kullanarak ondan daha sağlam istifade edebilme yine insanın kendisine düşen bir görevdir. Yani öyle insanlar var ki çok keskin diye tabir edilen zekâlarını haram dairede kullanarak zamanla tamamen iş yapamaz bir hale getirebilirler. Öyle insanlar da var ki onlarda Allah’ın bir nimet olarak kendilerine sunduğu zekâlarını her gün yeni bir ameliye ile bileyerek bir ateş parei zekâ haline getirebiliyorlar. İşte Üstad Bediüzzaman böyle bir zekâya sahiptir. Bütün kitaplarında, bütün talebelerinin şahadetiyle sabittir ki o bütün bu eserleri yazarken yanında Kur’an’dan başka olabilecek bir eser bulunmuyordu. Medrese tahsil hayatında iki yılda okunması gereken kitapları O’nun iki cuma arasında ezberleyebilmesi zekâsının durumunu gösteren örneklerdendir.
Esaret sonrası yeniden İstanbul’a dönen Bediüzzaman Hazretleri “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine tayin edildi. Darü’l-Hikmet’il-İslamiye’yi 1918 yılında 5. Sultan Reşad’ın fermanıyla Şeyhülislâm Musa Kâzım kurmuştu. Bediüzzaman Hz.’nin de içinde görev aldığı 28 ilim adamı ve fıkıh, kelam ve ahlak komisyonunun bulunduğu müessesenin üyeleri arasında Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi bilinen İslâm âlimleri de bulunuyordu. Kuruma günümüz ifadesiyle “İslam Akademisi” veya “Yüksek İslâm Şûrâsı” denebilir. Bu kurum 1922 yılında kapatılmıştır.
Başıboş Değilsin
Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz olabilirsin?
Her Suale Cevap Verir Ama Sual Sormaz
Said Nursi’nin 1907 sonbaharında İstanbul’a gelişini Eşref Edip şöyle tasvir eder: “Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateş pare-i zekâ, İstanbul âfâkında tulû etti.” İstanbul’a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa: “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” der. İstanbul’a geldiği zaman Fatih’te Malta Çarşısı’ndaki Şekerci Hanı’na yerleşir. Bu han dönemin önde gelen Osmanlı aydınlarının buluşma yeridir. Handaki odasının kapısına bir levha asar: “Burada her suale cevap verilir, her müşkil halledilir, fakat sual sorulmaz.” İstanbul aydınları buraya akın eder ve görüşmeye gelenleri kendine hayran bırakır Said Nursi (Tarihçe-i Hayat, s.21-32)
Daha 30-31 yaşlarında olan oldukça genç bir âlimin bütün İslam âlimlerinin yetiştiği bir merkez olan İstanbul’da bu ifade ile ortaya çıkması aklı olan herkes tarafından kabul edilir ki bu onun ilmi kabiliyet ve yeterliliğinin bir ispatıdır.
Fotoğrafik zekâsına küçük bir örnek: Zamanın Bitlis Valisi Ömer Paşa, Said Nursi’nin yüksek bir ilim ve fazilet sahibi olduğunu duyduğu için kendi konağında kalması için ısrar eder. Burada iki sene kalan Said Nursi, ardından Van Valisi Tahir Paşa’nın daveti üzerine Van’a gider. Burada bütün müspet ilimleri araştırmaya ve öğrenmeye başlar. Kısa zamanda riyaziyat, felekiyat (uzay ilmi), tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimlere vâkıf olur.
Bediüzzaman hayatının hiçbir dönemini okumadan geçirmemiş, her anını okuyup araştırarak değerlendirmiştir.
Kaynak Kitapları Hafızasında Taşıyordu
Rahat bir çalışma ortamı bulamayan Bediüzzaman temel kaynakları ezberleyerek problemini çözmüştür. Unutmamak için üç ayda bir kitapları gözden geçirir. Onun zamanın bilim adamlarıyla yaptığı bazı tartışmalarda bu muhteşem zekâsını çok iyi kullandığına şahit oluyoruz.Bunlardan birisi Van’da bir coğrafya öğretmeni ile girdiği tartışma sonucunda valinin huzurunda meydana gelmiştir. Coğrafya kitabını ezberleyerek bir coğrafya öğretmeni ile giriştiği münazarayı kazanan Bediüzzaman bir başka olayda da kısa bir sürede inorganik kimyayı öğrenerek yine bir kimya öğretmeni ile giriştiği münazarayı kazanır. Özellikle matematik en sevdiği ilim dallarından birisidir. Bütün problemleri akıldan çözer.
Kendi İfadesiyle Hafızası
1950’den sonraki günlerde, seksen yaşlarındayken yazdığı ‘Nur Âleminin Bir Anahtarı’ isimli en son eserinde hafızası ile ilgili ipuçları yer almaktadır: “Manevi nurun beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’isi tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hafızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip büyük bir kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerinin oradan istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.” (Emirdağ Lahikası - Mektup No: 83 - s.1858)
Kendine, dolayısıyla ilmi yeterliliğine güvenen insan bütün âlimlere meydan okuyarak “her istediğinizi sorun” diyebilir.
Daha genç bir delikanlı iken Van’ın çehresini değiştirmeye başlar, aşiretleri barıştırır, halkı uyandırmaya çalışır, bu arada da kendine ait bazı özellikleri ön plana çıkar.
1. Hediye ve para almaz.
2. Hiçbir âlime sual sormaz. Sadece sorulanlara cevap verir.
3. Talebelerini zekât ve hediye almaktan men eder.
4. Dünya malına karşı temkinlidir; “Bütün malımı bir elime alıp götürebilmeliyim.’’ der. Ve onu da hayatına tatbik eder.
Ondan Geriye Kalanlar
Said Nursi’den geriye miras olarak bir çift lastik ayakkabı, bir sepet, dört adet sefer tası, bir adet tencere, bir küçük çaydanlık, iki bardak, bir çarşaf, bir gömlek, üç mendil, bir havlu, pamuktan bir hırka, eski bir gömlek, eski bir havlu, eski bir mendil, bir bohça, kırık bir gözlük, bir dua kitabı, iki kalem, eski bir takvim, on beş lira bozuk para kalmıştır.
Sepet!
50’li yıllarda talebeleriyle bir mahkemeye giderken. Bir talebesi onun bütün “dünyasını” içine alan “sepet”ini taşıyor!
Rusya’da Esaret Günleri
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, hayalindeki üniversite kurma fikrini yarım bırakır. Üstad, 500 talebesinin başına geçerek milis kuvveti olarak savaşa katılır. Bitlis’in Ruslar’ın eline düştüğü gün kaçanları korumak üzere geride çatışırken, bir dereye düşer ve ayağı kırılır, Ruslara esir düşer. Tiflis, Petersburg üzerinden Kosturma şehrine gönderilir. Bolşevik ihtilali sırasında bir yolunu bulup esaretten kaçarak Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yolu ile İstanbul’a döner. 4 Mart 1916’da başlayan esareti 28 Haziran 1918’de sona erer.
Esaretten döndüğünde 42 yaşındadır. İstanbul dönüşünde Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye âzâlığına Enver Paşa’nın tavsiyesi üzerine Harbiye Nezareti kontenjanından tayin edilir. Bu arada I. Dünya Savaşı bütün hızıyla devam etmektedir. Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de mütareke imzalamak mecburiyetinde kalır. 1920’de İngilizler İstanbul’u işgal eder. Buna karşı Said Nursi, yayınlanan fetvaya ve İngilizlere karşı ‘Hutuvat-ı Sitte’ eserini kaleme alır. Eser büyük yankı uyandırır. 31 Mart vakasının ardından mahkemeye çıkarılan ve idam cezasından dönen Said Nursi’yi bu sefer İngilizler idam etmek ister. Fakat Doğu’da isyan çıkmasından çekindikleri için bu kararı yürürlüğe sokamazlar. Ankara’ya gitmesinin daha güvenli olacağını yönündeki telkinlere kulak asmaz. Eğer ortada bir savaş varsa o, mutlaka ön cephede yer almalıdır.
Yeni Said Dönemi ve Sürgün Yılları
Mustafa Kemal, bu sırada şifreyle ve ısrarla “Bu kahraman hoca bize lazım” diyerek onu Ankara’ya çağırmaktadır. Davetler sıklaşınca Ankara’ya geçer. Meclis tarafından “hoş amedî” ile resmen karşılanır. Meclis’te konuşur, 10 maddelik beyanname yayınlar.
Mustafa Kemal’le görüşür ve Van’a gitmeye karar verir. Kendisine yapılan Şark vilayetleri umum vaizliği, diyanet âzâlığı, mebusluk teklifi vs. tekliflerin hiçbirini kabul etmeyerek Van’ın Erek dağı eteğindeki Ze rnabat suyu başında bir mağarada yaşamaya başlar.
Bu aynı zamanda Said Nursi için bir dönüm noktasıdır. Mücadeleci, hareketli, siyaset ve sosyal faaliyetlerin içindeki Said Nursi artık geride kalan bu dönemini “Eski Said olarak tanımlamaktadır. Onun yerine sadece tahkik-i iman dersine ağırlık veren, siyasetten uzak duran, yaklaşan büyük manevi buhranı göğüsleyebilmek için çareler arayan “Yeni Said” dönemi başlamıştır.
Doğu illerinde çıkan bir ayaklanma bahanesiyle hiç ilgisi yokken sürgün edilir. İlk sürgün yeri Burdur’dur. Etrafına yeni yeni talebeler toplanmaya başlayınca buradan da Isparta’ya sürgün edilir. 1927 yılında da jandarma eşliğinde ücra bir köye; Barla’ya yerleştirilir ve hayatının en büyük meyvesi olan Risale-i Nurların telifine burada başlar.
Yolculuk
İnsan bir yolcudur. Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.
Bediüzzaman’dan Günümüze Mesaj Var!
Fitne insanlık tarihiyle başlıyor. Öyle fitneler vardır ki; açtığı yaralar asırların geçmesine rağmen hâlâ kanamaktadır. Bediüzzaman döneminde de bir çok fitne yaşanmış. İşte o fitnelerden birine karşı hazretin ikazlarını biraz da günümüzün fitnelerini düşünerek okuyalım.
“Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim, hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalâletten muhafaza edecek bir eser seçerken bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela yani: “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir.
Yoksulluk Ölçüsünde Yaşadı
Daima iki öğün yer; biri kuşluk vakti diğeri ikindiden sonra. Asla kızartmaya iltifat etmez. Çiçekler içinde ise fesleğenin ayrı yeri vardır. Yoksulluk ölçüsünde bir hayat sürer. Nitekim Barlalı talebesinin hanımı Memnune Kervancı, zaman zaman çorap ve elbiselereni yamaladığını aktarır. Yani sadece elbiselerini değil, çoraplarını yamalı giymek zorunda kalırdı. (Son Şahitler, 4. cilt, s. 292, Yusuf Kervancı)
Hayvanlara Şefkatliydi
İnsanların yanı sıra hayvanlara bile son derece şefkatlice yaklaşır. Sineklere duyduğu şefkati yine yanındaki talebeleri yıllar sonra şöyle anlatacaktır: “Üstad hayvanlara karşı da çok şefkatliydi. Sinekleri biz dışarıya kovmaya çalışırken, soğuk diye buna razı olmuyordu. ‘Bunların zaten ömrü az kaldı, yarın bunlar ölecekler. Bunlar benim gece arkadaşlarımdır.’ diyordu. İlaçların sıkılmasını da hiç istemiyordu.” (Son Şahitler, 1. cilt, s. 380, Yüzbaşı Refet Barutçu)
Risaleleri, Köylüler Mum Işığında Gizli Gizli Çoğalttı
Said Nursi ilk Nur talebelerini de Barla’da yetiştirir. Barla’da 8,5 sene kalır. ‘Sözler’, ‘Lemalar’ ile ‘Mektubat’ın büyük bir kısmı Barla’da yazılır. Diğer bir deyişle Risale-i Nur’ların üçte ikisi Barla’da telif edilir. Ancak bu yazma işi büyük imkânsızlıklar içinde gerçekleştirilmiştir. Risaleler küçük küçük kâğıt parçalarına ve hatta sigara sarılan küçük sarı kâğıtlara, kibrit kutularına yazılmaktadır. Risalelerin büyük bir çoğunluğunu Bediüzzaman kendi el yazısıyla yazar. Talebelerine yazdırdıklarını ise yine büyük dikkatle tashih eder. Eserleri yazdırma şekli de olağan dışıdır. Talebeleri sürekli kâğıt, kalem taşır. Evde veya kırda yürürken Üstad eserleri yazdırır. Çağlayan bir nehir gibidir adeta. Bu yüzden “Burayı anlayamadık tekrar eder misiniz?” diyen talebelerine sağ elini daire şeklinde acelesi varmış gibi sallayarak “Geçiniz, geçiniz. Daha sonra tashih ederiz” diye talimat verir ve ilham pınarını tekrar o akışına bıraktırır. Isparta’nın Barla nahiyesinde dikte ettirilen 20-30 sayfalık bir risale, gizlice Kuleönü, İslamköy ve Sav köyü gibi Risale-i Nur yazılan merkezlere ulaştırılır. Burada, eli kalem tutan kadın, erkek, çocuk herkes, bu fedakâr âlimin imdadına koşar. Bin kalem, bu risaleleri mum ışığında, perde veya kilimle kapatılmış duvar içinde ve yüklüklerde yazar. 130 parça tutan muazzam külliyatı hep hapis ve sürgünlerde yazmasına ve bunlar suçlu eserler sayıldığından toplatılıp imha edilmesi için uğraşılmasına rağmen, matbaalarda bastırılmayan bu kitapları halk eliyle yazıp çoğaltır. Afyon savcısının tespitiyle o devrede elle yazılıp çoğaltılan eserlerin toplamı 600 bini bulmuştur. (Emirdağ Lahikası - Mektup No: 106 - s.1885)
Sürgün Sürgün Üstüne!
1934 yılında Isparta’ya getirilir. Burada sekiz ay ikamet ettirildikten sonra 1935 yılında 120 talebesi ile birlikte Eskişehir Hapishanesi’ne sevk edilir. 1936 yılında Kastamonu’ya sürgün edilir. Karakolun karşısında iki katlı bir eve yerleştirilir. “Göz hapsinde” 8 sene yaşar. Kastamonu’da sekiz sene kalır. Ziyarete gelenler sıkı takibata alınırlar. Öğrencilerine büyük baskı uygulanır. Hapishanelerde bile tecrit edilir
Bediüzzaman 126 öğrencisiyle Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilir. (Tarihçe-i Hayat - Denizli Hayatı - s. 2182, Beşinci Kısım Denizli Hayatı) Bunun üzerine Ankara’da bir heyet oluşturulur, Risale ve Mektuplar yeniden tetkik edilir ve bir rapor hazırlanır. Raporda herhangi bir siyasi faaliyette bulunmadığına ve eserlerinin ilmi içerik taşıdığına değinilir. 1944 yılında beraat kararı çıkar. Bu arada dokuz ay hapiste kalır. (Son Şahitler, 2. cilt, s. 106 Selahaddin Çelebi) Denizli’deki beraatından sonra Emirdağ’a nakledilir. Yıl 1944’tür. Başkentin emri üzerine 1 Ağustos 1944’te Afyon Karahisar’ın Emirdağ ilçesinde mecburi ikamete tabi tutulur. Burada inzivayı tercih eder. Kimseyle görüşmek istemez, fakat baskı peşini bırakmaz. Hava almak için dışarı çıktığında yanında mutlaka bekçi veya jandarma olur ve başkasıyla konuşması engellenir. Kıyafetine bile karışılır, ziyaretine gelenler rahatsız edilir. Afyon’da sorgulanan Üstad, 1948 yılında tevkif edilerek hapse konulur. 72 yaşında 20 aya mahkûm edilerek tecrit edilir. Afyon Hapishanesi’nin durumu diğerlerinden farklı değildir. Kaldığı koğuşun camları kırıktır ve mevsim kıştır.
Cezasını tamamlayınca tahliye edilir. Ama bu sefer de risalelere el konulur. 1950’li yıllar Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve genel af çıkması ile onun ve eserlerinin serbest kalması umut edilir. Ama bu umut kısa sürer, zira baskılar ve mahkemeler onun Urfa’da Rabb’ine yürümesine kadar devam eder.
Son Yolculuk Urfa’ya
Son günlerini Isparta’da hasta olarak geçirir. Aralık 1959’da Ankara’ya hareket eder. Oradan Emirdağ ve Konya’ya geçer. Tekrar Ankara’ya döner. Ocak 1960’ta İstanbul’dan sonra Ankara’ya gider ve buradan da Konya üzerinden Isparta’ya geçer. Peş peşe ziyaretler kamuoyunda büyük heyecan uyandırır. Gazeteler hadiseyi abartır. Bunun üzerine hükümet kendisine Emirdağ’a yerleşmesi için telkinde bulunur. Emirdağ’a yerleşen Üstad, mart ayında hasta yatağının başında nöbet bekleyen talebelerine yaşlı gözlerle “Allah’a ısmarladık, ben gidiyorum.” der. Artık gitme vaktidir. Ramazan ayının on beşine kadar sıhhati yerinde iken tekrar hastalığı nükseder. Ve bir gece yarısı başında bekleyen talebelerine “Gideceğiz.” der, “Urfa’ya.... hazırlanın.” Hazırlanırlar ve Peygamberler Şehri Urfa’ya doğru yola koyulurlar. Bu O’nun talebeleriyle yaptığı son yolculuk olur.
ALLAH BU BÜYÜK İNSANDAN RAZI OLSUN BENİM HAYATIMA NUR OLDU DİLERİM BAŞKA KARDEŞLERİME DE, KARANLIĞA DÜŞMÜŞ GÖNÜLLERE DE NUR OLUR RUHUNA FATİHA...